Vefatının üzerinden tam beş yıl geçti. Bir 14 Nisan sabahıydı... Anadolu’nun bağrından kopup gelen büyük bir ses sustu. Gönülleri titreten bir nefes Hakk’a yürüdü. Prof. Dr. Haydar Baş Hocamız aramızdan ayrıldı. Ama biz onu her geçen gün daha çok arıyor, daha derin bir özlemle anıyoruz.
Bugün öyle bir zamandayız ki; doğru ile yanlışın yer değiştirdiği, helalin haram, haramın helal gibi gösterildiği, ölçülerin altüst olduğu bir çağda yaşıyoruz. Fitne ve fesadın sağanak sağanak yeryüzüne yağdığı, iki ayaklı şeytanların kol gezdiği karanlık bir zamanda, onu ve onun duruşunu daha da çok özlüyoruz.
Sesi hâlâ kulaklarımızda… Sözleri yüreğimizde… Hakkı savunurken uğradığı haksızlıklar, verdiği hak ve adalet mücadelesi, bugün bile vicdanlarımızda yankılanıyor.
Özellikle FETÖ’cülerin kurduğu kumpaslar yok mu? Allah’a nasıl hesap verecekler, bilmiyoruz... Ama biz biliyoruz ki, o asla eğilmedi. Dimdik durdu. Hakkın yanında saf tuttu.
Onu ilk tanıdığımda adını dahi bilmiyordum. Ama sanki kalbim onu yıllardır tanıyormuş gibiydi. Yaklaştıkça içimi ısıtan bir güneşti. Konuştukça gönülleri büyüleyen bir insandı. Sözleri suskun yüreklere bahar gibiydi. Yorgun ruhlara merhem gibiydi. Her cümlesi umutla doluydu. Her bakışı, insanın içine işleyen bir şefkatti. Yanında olmak, insanın içini saran bir huzurdu. Bir baba sıcaklığı, bir derviş sadeliği hissedilirdi onda. Zamanın Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’si gibiydi adeta.
İlimden gidilmeyen yolun karanlık olduğunu bilirdi. Bu sözü, çevresindekilerin yüreğine nakış nakış işlerdi. 74 yıllık ömrüne 60’tan fazla eser sığdırdı. Her biri bir kandil gibi, yolumuzu aydınlattı. Yazdıkları, üniversitelerde ders konusu oldu. Konuşmaları, gönül kürsüsünden semalara yükseldi.
O sadece bir hoca değildi. Bir milletin sesi, bir medeniyetin iziydi. Kalabalıklar içinde bir rehber,
yolunu kaybedenler için bir pusula, karanlıkta el uzatan bir ışıktı.
Onu yakından tanıyanlar iyi bilir: Gücünü makamdan değil, hakikatten alırdı. “Tek başıma kalsam da bu yoldan dönmem” derdi. Ehl-i Beyt’in izinde, Atatürk’ün yolundaydı. Bize gerçek Atatürk’ü anlatan ve tanıtan oydu. “Atatürk vatandır, Atatürk bayraktır, Atatürk bu milleti birleştiren harçtır” diyerek milli duygularımıza yeniden can veren bir dava adamıydı.
“Hoş Geldin Atatürk” adlı eseri olmasaydı, belki de biz Ata’mızı tam anlamıyla tanıyamayacaktık. Tıpkı Ehl-i Beyt imamlarını öğrettiği gibi…
Berrak bir su gibi netti. Dürüsttü. Dimdik dururdu.
Bir gün Susurluk’ta aracı durduruldu. Sözde bir “terör” ihbarı vardı. Akıl tutulmasıydı bu. Arabadan indi, polise dönerek dedi ki: “Evladım, beni tanıyor musun? Devleti arıyorsan, işte burada. Devlet benim!”
Bu söz sadece bir cümle değildi. Bir ömrün, bir davanın, bir sadakatin haykırışıydı.
Şahit olduk: Makamlara eğilmedi. Menfaate el uzatmadı. Dünyalığı elinin tersiyle itti. Kalbini halka ve Hakk’a adadı.
Yıllar önce Bursa’daki bir sohbetinde şöyle demişti: “Atatürk düşmanlığının kaynağı İngiliz ve Yunan istihbaratıdır. Bize onu hep yanlış tanıttılar. O, Ehl-i Beyt soyundandır. Hafız-ı kelâmdır. Atatürk bu milletin harcıdır. Onu anlatın, her yerde anlatın!”
Bu sözlerini yıllar geçse de unutamam…
Haydar Hoca bir öğretmendi. Ama sadece bilgiyi değil, insanlığı öğretirdi. Bir liderdi, ama otorite değil, sevgi dağıtırdı. Yaralara merhem, gönüllere misafirdi. Bakışlarında hep bir umut ışığı olurdu. Konuşurken dökülen her kelime ruhumuza dokunurdu. Onu izlemek, zamanı durduran bir âna benzerdi.
Son Söz
Beş yıl oldu… Ama yokluğu hâlâ taze.
Sözlerini, nasihatlerini, duruşunu arıyoruz. O bir gönül insanıydı. Bir devlet adamı kadar vakur, bir derviş kadar sadeydi. Kitaplarından önce, yaşadığı hayatla örnek oldu bize.
Şimdi bizlere düşen: O’nun izini sürmek. Sözünü yaşatmak. Duruşunu korumak…
Mekânın cennet olsun, Hocam. Sen her çağda, her kalpte yaşayan bir ışıksın.